KRİZE DİRENÇLİ KENTLER

Geçen yılın başlarından itibaren Covid-19 salgınıyla tanıştık. İlk aylarda süresinin ve etkilerinin bu denli derin olacağını bilmemekle birlikte; yaşam biçimlerimizde kökten değişmekte olan kuralları yavaş yavaş görmeye, algılamaya ve hayatlarımıza adapte etmeye başladık. Değişen bu kuralların başında, insanın “sosyal bir varlık” olma halini sorgulatan “sosyal mesafe” kuralı geldi. Böylece en yakınlarımızla, arkadaşlarımızla, ailelerimizle, iş arkadaşlarımızla yüzyüze görüşmenin sıkıntılarını ve hayatlarımıza verebileceği zararı farkettik. Yaşama, çalışma, seyahat etme ve sosyalleşme şeklimizde öncelikle geçici olduğunu düşündüğümüz ancak sonrasında “yeni normal” olarak adlandırdığımız değişiklikler yaşadık.

Fotoğraf: Alyssa Bossom/Unsplash

Nelere Adapte Oluyoruz?

Bu adaptasyona uygun olan sektörler ve çalışma biçimleri, ofis bağımsız, uzaktan çalışma sistemine geçiş yaptılar. İlk etapta genel ulaşım talebinde bir düşüş yaşansa da, bu düşüşün daha sonra özellikle toplu taşıma sistemlerinde olduğu; en yaygın bireysel ulaşım türü olan özel araç kullanımının arttığı; bunun yanında gelişmiş dünya kentlerinde bisiklet ve scooter gibi diğer bireysel ulaşım biçimlerinin yaygınlaştığına şahit olduk.

Kentlerde hava kirliliği azalırken; insanoğlu müdahale etmediğinde çevrenin kendi kendini ne kadar hızlı yenileyebildiğine de tanık olduk.

Bunların yanında, salgın, özellikle kentlerin yapı ve insan yoğunluğunu sorgulamamıza sebep oldu ve kentsel nüfus yoğunluğunun nasıl planlanması gerektiği yeniden tartışılır oldu. Son 30-40 yıldır, kentsel planlamada yüksek yoğunluklu bir yapılanma idealize edilmekteydi. Ancak Covid-19 salgını, yaşamakta olduğumuz bu yapılaşma şeklini sorgulamamıza sebep oldu. Bu nedenle, kentsel yoğunluğun merkezsizleştirilmesi yani yoğunluğun farklı alt merkezlere dağıtılması yeniden tartışılmaya başlandı.

Şehirler Sorgulanıyor

Bu kriz ortamı, insan ölçeğinin yani gökdelenler ve yüksek katlı apartmanlar yerine, yanından geçerken kendinizi küçücük ve değersiz hissetmediğiniz; gökyüzünü görmenize imkan tanıyan az katlı binaların ne denli önemli olduğunu bizlere gösterdi. İnsanların kolayca erişebilecekleri parklar gibi kamusal alanların, apartman avlusu ya da bahçesi gibi yarı kamusal alanların ve balkon gibi kullanım alanlarının ne derece önemli ve insani bir ihtiyaç olduğunu artık daha iyi biliyoruz. Tüm restoranların, kafelerin, kültürel faaliyet alanlarının, alışveriş merkezlerinin, yani aslında yapılı çevrenin kapandığı ve yasaklandığı noktada elimizde kalanın doğal çevre ve açık yeşil alanlar olduğunu gördük. İnsanların sadece açık havaya erişiminin yaşam için ne derece kritik olduğu anlaşıldı. Tüm bunlara da bağlı olarak emlak piyasasında ise artık daha az katlı, daha az yoğun ve yeşil alan, orman içerisinde ya da yakınında inşa edilmekte olan sitelerin reklamlarının arttığını görür olduk. Bunun yanında insanların bahçeli ve kent merkezinden uzak konut talepleri de artmaya başladı. Kısaca, temel ihtiyaçlarımız nelerdir; ve bunları nasıl sürdürülebilir hale getiririzi sorguladığımız bir dönem yaşıyoruz.

Neler değişecek?

Covid-19 salgınıyla birlikte pek çok alanda, normal hayatlarımızdan uzakta ve sosyal mesafeyi merkeze aldığımız yeni bir hayat biçimi algısı oluşturduk. Salgın öncesi döneme kıyasla bireysel olarak zorluklar çekmekle birlikte, bu algımızı koruyabildiğimiz taktirde çevresel ve kentsel anlamda insanlığın geleceği için yararlı olabilecek adımlar atılması da mümkün.

Kentlerin tek bir çekirdek merkez etrafında büyümesinden ziyade çok merkezli ve karma kullanım yaklaşımıyla yani, konut alanlarının, alışveriş alanlarının, kültürel alanların, sağlık ve eğitim hizmetlerinin bir arada planlanması; belirli alanlarda yüksek nüfus yığılmalarını önleyecek ve böylesi kriz durumlarının çözümünü kolaylaştıracak. Bu yapılanma, beraberinde oturma ve çalışma alanlarının da dengeli dağılımını getireceğinden, oturma alanı-çalışma alanı arası ya da kent merkezi-kent çeperi arasında oluşan trafiği azaltmaya da sebep olacak ve daha çevreyle, yeşille uyumlu; sürdürülebilir kentler oluşturmaya da vesile olacak. Bu özelliklerle gelişecek bir kentin yaşama ve çalışma biçimlerindeki değişiklikleri takiben mesafelerin kısalmasıyla birlikte ulaşım biçimlerinde de önemli değişiklikler olması beklenmeli. İnsanlar, kısa mesafelerde yürüme ve bisiklete binme eğiliminde. Önemli olan bu talebe uygun altyapının geliştirilmesi ki, başta dünyanın önde gelen kentleri; sonrasında da diğer kentler olmak üzere salgınla birlikte yürüme ve bisiklet altyapısının geliştirilmesine ayrıca önem vermeye başlandı. Bu anlamda yaya ve bisikletlilerin ön plana çıktığı yavaş sokaklar (slow streets); yine yeşil alanlarla bütünleşmiş bisiklet ve yaya altyapısının geliştirildiği yeşil blok (green block) yaklaşımları gündemde.

Bunun yanında, zaten bizim geleneksel yerleşim anlayışımızda bulunan ancak son yıllarda terk etme eğilimi gösterdiğimiz; salgınla birlikte dünyada da çok popüler hale gelen “yaşanabilir mahalleler” yaklaşımı salgın dönemi sonrasında yaşam alanlarımızı nasıl geliştirmemiz gerektiği konusunda yön gösteriyor. Az katlı konut alanlarından oluşan, yerel üretim ve tüketim mekanlarına sahip, yeşille bütünleşmiş, bir yerden bir yere yürüyerek ya da bisikletle gidilebilen ancak bunun yanında toplu taşıma alternatifleriyle de desteklenmiş yaşam alanları, geleceğin sürdürülebilir ve kriz anlarına dirençli kent modellerinin ilk ayağını oluşturacak.

 

*Bu yazının orijinali InBusiness dergisinin Ocak 2021 sayısında yayımlanmıştır.